Kategoriler
Teori

ABD’nin Ortadoğu’yu Yeniden Sömürgeleştirme Operasyonu ve Dünyanın Geleceği

Savaşa ve savaşa kaynaklık eden emperyalist kapitalist sisteme karşı çıkan savaş karşıtı ve anti-kapitalist küresel muhalefetin etkinlik kazanması, daha köklü oluşumlara ön ayak olması sadece çalışan sınıflar açısından değil, savaş teknolojisinin ulaştığı korkutucu düzey düşünüldüğünde insan uygarlığının ve üzerinde yaşadığımız gezegenin selameti açısından da hayati önem taşıyor.

2003 yılına damgasını vuran olay, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği koalisyon güçlerinin Irak’a yönelik başlattığı savaş ve onu izleyen işgal oldu. Dünyanın gözü Ortadoğu’ya yöneldi.

Hemen bütün yorumcular, Irak’a yönelik savaşın ve Irak’ın işgal edilmesinin daha geniş bir sürecin parçası, olduğu konusunda hemfikir. Bağdat’ta Amerikan tanklarının dumanları tüterken, Pentagon sözcüleri İran’ı ve Suriye’yi tehdit ettiler.

Söz konusu olan ülkemizin de bir parçası olduğu coğrafyanın ABD’nin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmesidir.

ABD’nin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmeye girişmesinin önemli nedenlerinden biri “kapitalizmin kanı” denilen petrol. ABD, şu an tükettiği petrolün yarısını dışardan alıyor. Başkan Yardımcısı Dick Cheney‘nin hazırladığı Ulusal Enerji Politikası başlıklı rapora göre (Mayıs 2001) bu oran 2020 yılında üçte ikiye yükselecek. Ortadoğu dünya petrol rezervinin önemli bölümünü barındırıyor. Irak dünyanın ikinci büyük rezervine -yüzde 11- sahip.

ABD’nin küresel egemenlik kurma çabası

Petrol ve dolaşım yollarının denetim altına alınması Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ı işgal edip sömürgeleştirme operasyonunda çok önemli bir rol oynamasına rağmen, tek neden bu değil. Irak ile savaş çok daha büyük bir planın -ABD emperyalizminin bütün dünyayı egemenliği altına almaya yönelik taarruzunun- sadece bir parçası.

Bu yeni ortaya çıkmış bir şey değil. ABD‘nin küresel egemenlik planları geçtiğimiz on yıl boyunca, yani Sovyetler Birliği‘nin çökmesinden ve ABD’nin dünya çapında rakipsiz askeri güç haline gelmesinden bu yana geliştiriliyordu.

1992 yılında Pentagon, on yıllık döneme yönelik olarak bir taslak plan hazırladı. Plan ABD’nin üstünlüğünü koruyabilmesi için kesintisiz bir çaba harcanması gerektiğini söylüyordu, “Birinci amacımız eski Sovyetler Birliği’nde ya da başka bir yerde, Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu tehdide benzer bir tehdidin yeniden ortaya çıkmasını engellemektir” deniyordu.

Bu belge basına sızdırıldıktan sonra ilk başlarda epeyce kızgınlık yarattı. Clinton yönetimin ilk yıllarında bir ölçüde de olsa arka plana itildi. Ancak arkasındaki güçler – Wolfowitz, Cheney, Rumsfeld ve diğerleri – işin peşini bırakmadı. Tam aksine, planın uygulamaya konması için Amerika’yı yöneten politik çevrelerin içinde örgütlendiler.

Bu kişiler 1997 yılında bir araya gelerek “askeri güç ve ahlaki berraklık” programı temelinde “Amerikanın küresel önderliğini” savunmak ve buna destek sağlamak doğrultusunda “Amerikanın dış politikasındaki rehber prensiplerini” oluşturmak üzere Yeni Amerika’nın Yüzyılı Projesi‘ni oluşturdular.

2000 yılının Eylül ayında bu örgüt perspektifini şu şekilde ifade ediyordu: “Soğuk Savaş sonrasındaki on yıllık süre içinde…neredeyse her şey değişti. Soğuk Savaşın dünyası iki kutupluydu; 21. yüzyılın dünyası ise – en azından şu anda – kesinlikle tek kutuplu ve Amerika dünyanın ‘tek süper gücü’ konumunda. Amerikanın stratejik amacı Sovyetler Birliğinin güçlenmesini engellemek olagelmişti; bugün ise görevimiz Amerikanın çıkarlarına ve ideallerine uygun güvenli bir uluslararası ortamı korumaktır”. (Rebuilding America’s Defences, Amerika’nın savunmasını yeniden inşa etmek, s. 2)

Belgede, Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile, “Amerikanın güvenlik sınırları” olarak adlandırılan çerçevenin önemli ölçüde genişlediğine işaret ediyor, “Aslında Amerika Birleşik Devletleri uzun yıllardır Körfez güvenliğinde daha kalıcı bir rol oynamayı arzulamıştır. Irak ile olan çözümsüz anlaşmazlık gerekli mazereti yaratırken, önemli boyutlardaki Amerikan güçlerinin Körfez’de bulunma ihtiyacı Saddam Hüseyin yönetimi konusunu aşıyor” deniyordu. (s. 14).

11 Eylül ve Operasyonun Başlaması

11 Eylül saldırısı, Bush yönetimi için bir politik piyango oldu. ABD kuvvetlerinin küresel genişlemesi için yapılan planlar bundan böyle “terörle savaş” bayrağı altında uygulamaya konabilirdi. 11 Eylül günü iki uçak Dünya Ticaret Merkezi‘ne çarptığında Bush’un masasında Afganistan‘ın işgali ile ilgili planlar hazır halde bekliyordu. Rumsfeld ve diğerleri derhal Irak rejiminin devrilmesi gerektiğinden söz etmeye başladılar.

Bush yönetiminin programı başkanın 17 Eylül tarihinde yayımlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi ile belli oldu. Bu belge ana politika olarak ABD’nin istediği zaman, isteği yerde, Amerika’nın çıkarlarına tehdit oluşturduğuna ya da gelecekte tehdit oluşturabileceğine inandığı herhangi bir ülkeye karşı askeri güç kullanmayı kendisine bir hak olarak ilan ediyordu.

Modern tarihte hiç bir ülke, hatta Hitler çılgınlığının zirvesindeki Nazi Almanyası bile, küresel egemenlik için – ya da daha açık bir deyişle dünyaya hükmetmek için – Amerika Birleşik Devletleri’nin şimdi yaptığı gibi böyle bir iddiada bulunmadı.

ABD kağıttan kaplan mı?

Bush, Cheney, Rumsfeld, Wolfowitz, Perle, Rice, Safire gibilerinin oluşturduğu, ekonomik olarak petrol ve silah lobilerine, ideolojik olarak hristiyanlığın son derece bağnaz bir yorumuna yaslanan Cumhuriyetçi klik –ki kökleri Nixon zamanına kadar uzanıyor- neden saldırgan bir politika izlemeyi tercih ediyor? Cevabı bulunması gereken önemli sorulardan biri de bu.

Büyük güçler 20. yüzyılın başından beri dünyanın geri kalanı üzerinde, hammadde kaynakları ve pazarlar üzerinde hakimiyet kurmak için birbirleriyle rekabet ediyorlar. Bu rekabet başta ekonomik, politik ve askeri düzeyler olmak üzere çok boyutlu bir biçimde sürüyor. Savaş dahil çok çeşitli biçimlere bürünüyor.

SSCB’nin çöküşünden sonra dünyanın tek kutuplu hale geldiğinden söz ediliyor. ABD devasa bir savaş aygıtına sahip, askeri olarak gerçekten bir tek kutupluluk söz konusu ama şuna da şüphe yok ki, dünya ekonomik ve politik olarak uzunca bir zamandan beri çok kutupluydu.

ABD’nin saldırgan bir dış politika takip etmesinin en önemli nedeni de burada; ABD hegemonyası kaçınılmaz olarak aşınıyor ve çok kutupluluk kaçınılmaz bir eğilim olarak belirginleşiyor. ABD ekonomik alanda süren rekabette sürekli olarak mevzi kaybediyor, geriliyor; geriledikçe, gerileyişini gerici yöntemlere başvurarak geciktirmeye çalışıyor.

Bush’un önleyici vuruş doktrini gariban Afganistan’ı ve Irak’ı değil, AB, Rusya, Japonya gibi küresel rakipleri hedef alıyor.

ABD imparatorluğu bu yönüyle Roma imparatorluğuna benzetiliyor. Çin Devriminin lideri Mao Zedung 68’de ABD emperyalizmini kağıttan bir kaplana benzetmişti. Bu ünlü benzetme bugün daha çok anlamına kavuşuyor. Kaplanlığın kağıttanlığının temelini gerçekte yapısal bir özellik taşıyan zayıflık oluşturuyor.

Dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor?

ABD’nin küresel egemenlik taarruzunun etkileri neler olacaktır? 21. yüzyıl başlarken emperyalizmin yeni bir çağa giriyor olması ne tür sonuçlara gebedir? Bu soruların cevaplarını bulmak için 20. yüzyılın tarihsel deneyimlerini incelemek, geleceğin ne getireceğini anlamak için tarihin derinliklerine inmek gerekiyor.

19. yüzyılın ilk yarısında, gelişmekte olan küresel kapitalist ekonomi Büyük Britanya‘nın egemenliği altında gelişti. Ancak yüzyılın son çeyreğinde büyük çaplı değişiklikler yaşanmaya başladı. 1870’den sonra birleşen Alman devleti büyük bir ekonomik patlamanın ön koşulu ve başlangıç noktası oldu. Avrupa’daki eski güç dengeleri bozulmaya başlıyordu. Ve batıda yeni bir güç yükseliyordu. Amerika Birleşik Devletleri iç savaşın ardından patlayıcı bir ekonomik dönüşüm yaşamıştı.

20. yüzyıla gelindiğinde, gündemdeki siyasi sorun bu büyük güçler arasındaki ilişkilerdi. Barışçı ve ahenkli bir gelişme mümkün müydü yoksa rakip güçlerin ortaya çıkması er ya da geç aralarında savaşın patlak vereceği anlamına mı geliyordu?

Başını Lenin’in çektiği “devrimci marksist” yorumcular sözde barışçı rekabetin -pazar ve kâr mücadelesinin, hammaddelere erişme çabasının, yatırım sermayesi için çıkış yolları arayışının- kaçınılmaz bir biçimde askeri çatışmaya yol açacağını ileri sürdüler.

Buna karşı çıkan görüş ise –en rafine haliyle Kautsky tarafından formüle edilmişti- birbirine mal satan, birbirinin ekonomisine yatırım yapan ve birbirinin pazarlarına hammaddelerine bağımlı olan bu büyük ekonomiler arasındaki bağlantıların bir savaş olması durumunda hepsi için çok yıkıcı sonuçlar doğuracağından göze alınamayacağı şeklindeydi.

Elbette ki bu sorunun cevabı 1914 yılında savaşın ve ardından bir ikincisinin patlak vermesiyle geldi.

İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, ABD savaştan birincisinde olduğundan da daha güçlü bir konumda çıktı. Ancak hâlâ dünyayı istediği şekilde örgütleyebilecek bir konumunda değildi. Sovyetler Birliği‘nin varlığı ABD’nin küresel emellerine sürekli olarak engel çıkarıyordu. Sovyetler Birliği’nin misilleme yapabilecek olması ABD’yi tam boy bir küresel hakimiyet politikası izlemekten alıkoyuyordu.

Amerikan hakim sınıflarının kimi bölümleri ve ordu SSCB’yi devirmek istiyordu. Ancak iki etken ellerini bağlıyordu: bunun uluslararası işçi sınıfında yaratacağı muhalefet ve SSCB’nin silahlı kuvvetlerinin kendisi. ABD, 1945 yılında Japonya‘ya iki atom bombası atınca dünyaya isteklerini dikte edebileceğini ummuştu. Ancak bu planlar Sovyetler Birliği’nin nükleer silahlar geliştirmesiyle ve 1949 yılında Çin‘deki Çan Kay Şek rejiminin devrilmesiyle büyük darbe yedi.

ABD hakim sınıfının saflarında hangi stratejinin uygulanması gerektiği konusunda görüş ayrılığı belirdi. Bir kesim “devirme” -yani Sovyetler Birliği ve Çin’deki Mao yönetimini ne pahasına olursa olsun devirme- yanlısıydı. Diğer bir kesim ise “kontrol altında tutma” yanlısıydı.

Bu iki eğilim arasındaki çelişki gelecek dönemlerde önemli anlarda su yüzüne çıkacaktı. Kore Savaşı sırasında Truman yönetimi nükleer silah kullanmaya çok yaklaştı. MacArthur Kore-Mançurya sınırında 30 ile 50 arasında değişen sayıda nükleer bomba kullanılmasını savundu.

1962’deki Küba füze krizinde, ordunun kimi kesimleri Sovyetler Birliği ile tüm güçleriyle nükleer bir savaşa girme yanlısı idi. Yine Vietnam Savaşı sırasında orduda nükleer silah kullanımını savunanlar vardı. “Kontrol altında tutma” hizbi üstün gelmeyi başardı.

Krizin yapısallığı ve sonuçları

1945 yılında başlayıp, 1973’e kadar devam eden bu süreç tarihe savaş sonrasının hızlı ekonomik büyümesi olarak geçti. Bu kapitalizmin tarihindeki en büyük ekonomik büyüme dönemiydi. Ancak savaş sonrasına ait denge çökmeye mahkumdu. 1970’lerin ortalarından bu yana dünya kapitalizmi içinden çıkamadığı yeni bir dengesizlik dönemine girdi.

ABD’nin dış politikasının kontrol altında tutmaktan devirme politikasına dönüşmesinin altında ekonomik durumdaki bu değişiklik yatıyor. Carter yönetimi Sovyetler Birliği‘nin Orta Asya cumhuriyetlerinde kökten-dinci İslamcıları kışkırtma politikası geliştirdi. Bu politika Usama bin Ladin ve anti-komünist İslamcı kökten-dinci grupların ortaya çıkmasına yol açtı. Bu gruplar Suudi Arabistan tarafından finanse edildiler ve ABD’nin amaçlarına yakın bir doğrultu üzerinde faaliyet gösterdiler.

1980’lerde Reagan yönetimi SSCB‘ye karşı büyük çaplı askeri yığınak yaparak istikrarsızlaştırma programına hız kazandırdı. ABD buna paralel olarak kendi içinde 1930’ların New Deal‘i ve savaşın ardından yaşanan büyümenin işçi sınıfına kazandırdığı hakları ortadan kaldırmaya yönelik bir ekonomik ve sosyal programı uygulamaya koydu.

1991’de SSCB’nin içerden çürütülerek ve dışardan kuşatılarak çökertilmesi ABD’nin hakim sınıfına eşi görülmemiş bir durum sundu. ABD artık dış politika hedeflerini herhangi bir dışsal kısıtlama olmaksızın uygulamaya koyabilirdi. Bu durum değişikliği Orta Doğu’da çok büyük bir etki yapacaktı.

ABD zaten 1973-74’te OPEC ülkeleri tarafından örgütlenen fiyat artışları nedeniyle darbe yemişti. 1975 yılında yönetimde söz sahibi olan çevrelerin içinde askeri müdahaleye ihtiyaç olup olmadığı konusunda tartışmalar yapılıyordu. Bunun ardından bir darbe de 1979’da çeyrek yüzyıl önce İran’da milliyetçi Musaddık yönetimini CIA destekli bir askeri darbe yoluyla devirip yönetime getirilmiş olan Şah’ın devrilmesiyle geldi.

1980’li yıllar boyunca ABD İran‘ı zayıflatabilmek için, Saddam Hüseyin‘in rejimine İran’a karşı giriştiği gerici savaşta gittikçe daha fazla destek vermeye başladı. ABD Irak rejimine orduların hareketini gösteren uydu fotoğraflarını verdi ve bu ülkeye kimyasal ve biyolojik “kitle imha silahları” üretmekte ve bunları kullanmakta yardımcı oldu.

Savaş Irak’ın rejiminin zayıflaması ile son buldu. Irak ekonomisini onarmak ve ordusunu ayakta tutabilmek için ciddi şekilde petrol gelirlerine ihtiyaç duymaktaydı. Fakat aslında çıkardığı petrolü Irak’a ait petrol alanlarından alarak çıkaran ve üretimi arttırarak fiyatların düşmesine neden olan Kuveyt yönetimi bu ülkenin petrol gelirlerinin azalmasına neden oluyordu. Irak yönetimi Kuveytlilere derslerini vermek için harekete geçti. ABD’yi yokladıktan sonra -ABD elçisi April Glaspie Amerika’nın Arapların kendi arasındaki hesaplaşmalar arasında taraf tutmayacağını belirtmişti- Irak yönetimi işgale başladı. Saddam Hüseyin’in, ABD’nin daha önce diğer dostlarına yaptığı gibi bir politika değişikliği ile kendisini ortada bırakacağını görmesi için çok fazla beklemesi gerekmedi.

ABD, İran’a Irak yoluyla baskı uygulamaya çalışmıştı. Şimdi küresel durum değişiyordu ve ABD kendisini daha güçlü bir konumda buluyordu. Saddam Hüseyin’in İran’a karşı savaşta sekiz yıl boyunca kendisini desteklemiş olan ABD’nin, Kuveyt’in Irak tarafından işgal edilmesine destek vermesini beklemesi gerçekçi bir yaklaşımdı ancak bu beklentinin aksine Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi ABD tarafından düzenlenen 1990-91 savaşının gerekçesi oldu.

Ne var ki, 1991’in başlarında durum bir bakıma hâlâ çok açık değildi. ABD, BM kararlarının dışına çıkarak Irak’ın tamamını işgal edip edemeyeceğinden emin değildi. Ayrıca askeri yenilgi sonrasında Saddam Hüseyin rejiminin çökeceğine inanılıyordu. O tarihte ABD, BM yaptırımlarının ötesine geçmeyi çok riskli buluyordu. Ancak bu kendini tutma kararı bir sonraki fırsatı değerlendirmek konusunda kararlı olan hakim sınıfların çeşitli kesimleri arasında çok sert tartışmaların yaşanmasına neden oldu.

Geçtiğimiz on yılda ABD’nin dış politikasının gittikçe daha fazla tek taraflı hale geldiği ve yaptığı askeri müdahalelerin artmakta olduğu rahatlıkla görülebilir. 1990-91’de Körfez Savaşı Birleşmiş Milletler‘in çatısı altında yürütüldü. 1999 yılında Yugoslavya savaşı BM’nin dışında, NATO desteğiyle yapıldı. 2001-2002’de Afganistan‘a yönelik savaş ABD tarafından hem BM’nin, hem de NATO’nun çerçevesi dışında düzenlendi. Şimdi ise ABD kimi NATO müttefiklerinin açıkça karşı çıkmasına rağmen işgal ettiği Irak’ta kukla bir yönetim kurmak için çabalıyor.

ABD’nin dünya düzeni

ABD’nin küresel ve yeni dünya düzeni hem ülkeler arasındaki, hem de ülkelerin kendi içindeki eşitsizliği büyütüyor. Bush’un Ulusal Güvenlik Stratejisi “özel mülkiyete saygı”, “piyasa serbestisi” ve “piyasa özendiricileri” gibi ifadelerle dolup taşıyor; oysa ki bu programların tüm dünyada milyarlarca insanın hayatında yıkıcı bir etki yaptı.

İnsan ırkının yarısından fazlası günde 2 $’dan az bir miktar ile yaşamını sürdürmek zorunda. Bütün önde gelen kapitalist ülkelerde geçtiğimiz yirmi yıla toplumsal eşitsizliğin artması ve servetin üst düzey gelir grubunun lehine yeniden dağılımı damgasını vurdu. Bu hiçbir yerde Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu kadar açık değildir.

1998 yılında nüfusun en zengin yüzde 0.01’i bütün gelirin yüzde 3’ünden fazlasını almış. Buna göre, Amerika’daki en zengin 13,000 ailenin geliri neredeyse en fakir 20 milyon ailenin gelirine eşit ve bu 13,000 ailenin geliri ortalama bir ailenin gelirinde 300 kat fazla.

Bu zenginleşme süreci geçtiğimiz 20 yılda mali asalaklığın hızla yaygınlaşmasına, mali ve ekonomik kaynakların yağmalanmasına dayanmaktadır. Kurumsal skandalların -içerden gizli bilgi sızdırmaya dayanan borçlanma, hisse senedi işlemleri vb.- detayları arasında kaybolmak çok kolaydır fakat aslında durum çok basit. Bütün bu karmaşık düzenlemeler, göz önündeki yapılan yağmalamanın ve suç teşkil eden davranışların gelişmiş şirket stratejileri olarak gösterilmesi içindir.

Son tahlilde bu durum kapitalist ekonominin işleyişindeki derin krizin bir ifadesidir. Siyasal olarak bu kriz en mükemmel siyasi ifadesini bu tabaka ile tam anlamıyla içi içe olan Bush yönetiminde bulmaktadır. Ve eğer dış politika iç politikanın bir uzantısı ise, Irak petrolünün yağmalamanın ABD dış politikasının tam merkezinde yer alması şaşırtıcı değildir.

Uluslararası işçi hareketi ve sendikal hareket içinde bu sürece nasıl karşılık verileceği en temel tartışmalardan biri. Küresel dünya düzenini içerden ehlileştirmekten başka yol olmadığına inananlar da var. Yeni bir emekçi seçeneğini geliştirmenin zorunluluğuna işaret edenler de.

İkinci Süper Güç şekilleniyor

Gerçekten de bu süreçlerin sadece ABD’ye özgü olduğuna inanmak ve Amerikan kapitalizminin, daha yumuşak, Avrupalı, Asyalı hatta Avustralyalı bir kapitalizm ile dengelenebileceğine inanmak hata olur. ABD’deki ekonomik ve toplumsal oluşumlar küresel kapitalist düzenin gelişimindeki eğilimlerin çok keskin bir ifadesidir.

Irak’ın işgaliyle sonuçlanan süreçte yepyeni başka bir gelişmeye daha şahit olundu: Bu küresel çapta savaş karşıtı kolektif bir muhalefetin gelişmekte olduğu gerçeğiydi. 15 Şubat günü dünyanın dört bir köşesinde milyonlarca insan “Savaşa Hayır!” demek için alanları doldurdular. Sosyal bilimcilerin “İkinci Süper Güç” olarak adlandırdığı savaş karşıtı küresel muhalefet yeni bin yılın en umut verici gelişmesi oldu.

Küresel direniş hareketinin aslında 20 yıla yaklaşan bir tarihi var. Meksika yerlilerinin hakları için mücadele eden Zapatistaların ve onların yepyeni ve renkli bir dilde bütün dünyaya seslenen “ikinci komutan”ı Marcos’un başlattığı girişimler, küresel çapta bir muhalif dalganın başlangıcı kabul ediliyor. Ancak “anti-kapitalist hareket” daha yaygın olarak, ABD’de gerçekleştirilen büyük UPS grevi sürecinde, Seattle’da ve Londra’da gerçekleştirilen IMF ve Dünya Bankası karşıtı gösterilerde kendisini gösterdi.

ABD’de başlayan hareket Cenova ve Prag’da düzenlenen gösterilerle kıta Avrupası’na da sıçradı. Sosyal Forumlar benzeri kurumsallaşmalara gidildi. Küresel hareket aslında çok geniş bir koalisyona dayanıyor. İçinde sendikacılardan, çevrecilere, anarşistlerden, feministlere, ılımlı gruplardan devrimci çevrelere değin uzanan geniş bir yelpazeyi içinde barındırıyor. 11 Eylül ve sonrasında yaşanan gelişmeler anti-kapitalist hareketi de bir dönüşüme zorladı ve hareket büyük ölçüde savaşa karşı da bir tutum geliştirerek kökleşti. Bu onun ilerici özüne işaret eder.

Geçtiğimiz yüzyılın başında emperyalistler arası rekabet büyük savaşları gündeme getirdiğinde de savaş karşıtı muhalefet enternasyonal ölçüde ortaya çıkmıştı. Farklı ülkelerde faaliyet gösteren emekçi partileri ve örgütleri arasında çok yakın bir ilişki ve işbirliği gelişmişti.

Bu yönüyle de 21. yüzyılın başında yaşanan süreçle 20 yüzyılın başında yaşanan süreç arasında paralellikler kuran yorumcular haksız görünmüyor. Savaşa ve savaşa kaynaklık eden emperyalist kapitalist sisteme karşı çıkan savaş karşıtı ve anti-kapitalist küresel muhalefetin etkinlik kazanması, daha köklü oluşumlara ön ayak olması sadece çalışan sınıflar açısından değil, savaş teknolojisinin ulaştığı korkutucu düzey düşünüldüğünde insan uygarlığının ve üzerinde yaşadığımız gezegenin selameti açısından da hayati önem taşıyor.

Ağustos 2003, Hasan Basri Karabey

DİSK Genel-İş II. No’lu Şube Kongresi Raporu için yazıldı ve burada yayınlandı

One reply on “ABD’nin Ortadoğu’yu Yeniden Sömürgeleştirme Operasyonu ve Dünyanın Geleceği”

Yorum bırakın